15 Mayıs 2017 Pazartesi
17 MAYIS 2017 NOTLARI
https://docs.google.com/presentation/d/1z4mA2VHeZl1CPIb_NhuzcSpr2KuxIOBBJ94_ckWh_7k/edit?usp=sharing
3 Mayıs 2017 Çarşamba
25 Nisan 2017 Salı
21 Nisan 2017 Cuma
Sanayi 4.0 ve Yalın Üretim (leon.org.tr) mutlaka inceleyiniz.
McKinsey araştırmacıları 2025 yılında günlük yaşamımızı ve/veya üretim ortamlarımızı derinden sarsacak 12 teknoloji saptamışlar. Bu teknolojiler;
1. Mobil İnternet
2. Bilgi İşlerinin Otomasyonu
3. İntenet Of Things
4. Bulut Teknolojisi
5. İleri Robotlar
6. Sürücüsüz Arabalar
7. Yeni Nesil Genom Bilimi
8. Enerji Depolanması
9. 3 Boyutlu Yazıcılar
10. İleri Materyaller
11. İleri Petrol ve Gaz Sondajlama
12. Yenilenebilir Enerji
Bunlardan dört tanesinin Yalın Üretim ile bağlantısı tespit edilmiş.
Internet of Things, ya da kısaca IoT
3 Boyutlu Yazıcılar (3D Printers)
İleri Robotlar (Advanced Robotics)
Bulut Teknolojisi (Cloud Teknoloji)
INTERNET OF THINGS, ya da kısaca IoT
Günlük hayatımıza bir örnek ile uyguladığımızda:
Buzdolabınız ve içindeki tüm ürünler IoT cihazlarıyla donatılmış olsun. Evde yoksunuz. Diyelim yumurtalarınız azalmaya başlamış. Yumurta kabı bu bilgiyi buzdolabına iletir. Buzdolabı bu bilgiyi her zaman alışveriş yaptığınız “akıllı” markete ulaştırır. Market bir paket yumurtayı bir çalışanla evinize gönderir. Çalışanın üzerinde de bir IoT cihazı bulunmaktadır. Kapınız “akıllı” kapıdır. Çalışan kapıya ulaşınca kapının altında bir delik açılır ve çalışan yumurtaları bu delikten içeri bırakır. Hoş, değil mi?
Kaynak: lean.org.tr
19 Nisan 2017 Çarşamba
5 Nisan 2017 Çarşamba
‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’- Georg Simmel
Modern yaşamın en derin sorunları, bireyin, etkin sosyal kuvvetler; tarihsel miras, dışsal kültür ve yaşam tekniği karşısında varoluş özerkliğini ve bireyselliğini muhafaza etme amacından kaynaklanır.
İlkel insanın bedensel varoluşu için doğayla yaptığı mücadele, en son dönüşümüyle bu modern biçime ulaşmıştır.
On sekizinci yüzyıl, insanı, ahlak açısından ve ekonomik olarak devletle ve dinle bütün tarihsel bağlarından kendisini kurtarmaya çağırmıştı. (Böylece) insanın, özünde iyi ve umumi olan doğası, engellenmeksizin gelişecekti.
On dokuzuncu yüzyıl ise, daha fazla özgürlüğe ek olarak, insanda ve çalışmalarında işlevsel uzmanlaşma talep etti; bu uzmanlaşma, bir bireyi ötekiyle kıyaslanamaz ve her bireyi mümkün olan en üst düzeyde vazgeçilmez hale getirdi. Bununla birlikte yine bu uzmanlaşma, her insanı, bütün ötekilerin destekleyici etkinliklerine daha doğrudan bağımlı hale de getirdi.
Nietzsche, bireyin bütünüyle gelişmesinin koşulunu, bireyler arası mücadelenin en acımasız biçimde yapılması olarak görür; sosyalizm ise, aynı nedenle, bütün rekabetin bastırılması (gerekliliğine) inanır. Böyle de olsa, bütün bu duruşlarda aynı temel motif iş başındadır. Kişi, sosyo-teknolojik bir mekanizma tarafından aşağılanmaya ve yıpratılmaya direnç gösterir. Özellikle modern yaşamın ve ürünlerinin içsel anlamına, kültürel bedenin ruhuna ilişkin bir araştırma da, doğrusu istenirse, metropol gibi yapıların, yaşamın birey ile üstün birey içerikleri arasında bir eşitlik sağlaması sorununun çözümünü aramalıdır. Böyle bir araştırma, kişiliğin dışsal kuvvetlere uyarlanırken nasıl uzlaştığı sorusunu cevaplamalıdır. Benim görevim de, burada, budur.
Metropol tipi bireyselliğin psikolojik temeli, dışsal ve içsel uyarıların hızlı ve müdahalesiz değişiminden kaynaklanan sinir uyarımının güçlendirilmesinden ibarettir. Zihin, anlık bir izlenim ve ondan önce gelen arasındaki değişiklikle uyarılmış olur. Süren izlenimler, birbirinden pek az farklı olan izlenimler, düzenli ve alışılmış bir yol izleyen ve düzenli ve alışılmış çelişkiler sergileyen izlenimler -doğrusu istenirse bütün bunlar, değişen imajların hızla toplaşmasından, tek bir nazarla kavrayışın keskin süreğensizliğinden ve üşüşen izlenimlerin beklenmedikliğinden daha az bilinçlilik tüketir. Bunlarsa, metropolün yarattığı psikolojik koşullardır. Karşıdan karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamın, çalışma yaşamının temposuyla ve çoğulluğuyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumlan açısından, kasaba ve kır yaşantısıyla derin bir karşıtlık oluşturur. Metropol, ayrımcı bir yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar bilinçlilik çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayal gücü çok daha yavaş, çok daha alışılmış ve çok daha düzgün akar. Daha derinden hissedilen ve duygusal ilişkilere oturan kasaba yaşantısı karşısında, metropole özgü zihinsel yaşamın karakteri bu bağlantıda kesinlikle anlaşılır hale gelir. Kasaba yaşantısının ilişkileri, zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en rahat, müdahale edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler. Ancak entelektin mekânı, zihnin saydam, bilinçli, üst tabakalarındadır ve entelekt, bizim içsel güçlerimizin en uyarlanabilir olanıdır. Entelekt, değişme ve fenomenin karşıtlığına uyum sağlamak için hiçbir şok ve içsel kalkışma istemez; ama daha tutucu zihin, yalnızca bu kalkışmalar vasıtasıyladır ki olayların metropole özgü ritmiyle uyum sağlar. Böylece, hiç kuşkusuz binlerce bireysel değişkeni bulunan metropol tipi insan, köklerinden koparacak dışsal çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol yaşantısı, metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana çıkartmış olur. Metropol fenomenine yönelik tepkime, duyarlılığı en az olan ve kişiliğin derinliklerinden oldukça uzak bulunan o organa aktarılmıştır. Bu nedenle akıl, metropol yaşamının baskıcı gücüne karşı öznel yaşamı korur görünmektedir ve akıl, pek çok yöne doğru dallanıp budaklanmakta ve sayısız soyut fenomenle bütünleşmektedir.
Metropol daima para ekonomisinin yuvası olmuştur. Burada ekonomik alışverişin çoğulluğu ve yoğunluğu, kırsal ticarete özgü darlığın müsaade etmediği bazı alışveriş araçlarına önem kazandırır. Aslında, para ekonomisiyle entelektin başatlığı bağlantılıdır. İnsan ve şeyler söz konusu olduğunda, bir 'işin-özü' tutumunu paylaşırlar ve bu tutumda biçimsel bir adalete, çoğu zaman saygıdan yoksun bir sertlik eşlik eder. Entelektüel olarak incelmiş kişi de gerçek bireyselliğin bütününden ayırdedilemez; çünkü mantıklı işlemlerle defedilemeyen ilişkiler ve tepkimeler ondan kaynaklanır. Aynı biçimde fenomenin bireyselliği, parasallık ilkesiyle orantılı değildir. Para yalnızca, herkes için umumi olanla ilgilenir: Alışveriş değerini sorar, bütün niteliği ve bireyselliği şu soruya indirger: Kaça? İnsanlar arasındaki bütün samimi duygusal ilişkiler bireyselliklerinden temelleniyor iken, rasyonel ilişkilerde insan, hesaba, bir sayı gibi, kendi içinde birbirinden farksız bir unsur gibi katılır. İlgilenilen yalnızca nesnel, ölçülebilir başarıdır. Böylece metropol insanı, tüccarlarıyla ve müşterileriyle, hizmetlileriyle ve hatta çoğu zaman sosyal ilişki içinde bulunmak zorunda olduğu kişilerle hesaba katılır. Entellektüelin bu özellikleri, içinde bireyselliğin kaçınılmaz bilgisinin kaçınılmaz olarak daha sıcak bir davranış tonu yarattığı küçük çevrenin doğasıyla karşıtlık yaratır. Küçük grubun ekonomik psikoloji küresinde, ilkel koşullarda üretimin malı ısmarlayan müşteriye hizmet et-mesi, dolayısıyla üreticinin ve müşterinin tanış olması önemlidir. Ancak modern metropol, neredeyse tümüyle pazar için üretimle, yani üreticinin gerek görüş alanına asla kişisel olarak girmeyen tamamen bilinmeyen satın alıcılarla doludur. Bu anonimlik yüzünden, her iki tarafın çıkarı da, merhametsizce işin özüne inmeyi gerektirir; bu durumda her iki tarafın da entellektüel olarak hesap yapan ekonomik bencilliklerinin kişisel ilişkilerin tartılamazlığından ötürü herhangi bir açık meydana geleceğinden çekinmesine gerek kalmaz. Para ekonomisi metropolde başattır; iç üretimden ve malların aynı alışverişinden hayatta son kalanları da ikame etmiştir; müşteriler tarafından sipariş edilen iş miktarını gün be gün en aza indirgemektedir. İşin özüne yönelik tutum, metropolde egemen olan para ekonomisiyle öylesine açıkça samimi bir ilişki içindedir ki entelektüelist zihniyetin mi para ekonomisini yoksa ikincinin mi ilkini teşvik ettiğini kimse söyleyemez. Metropol yaşam biçimi, bu karşılıklı ilişki biçimi için kesinlikle en verimli topraktır ki bu noktayı yalnızca en büyük İngiliz anayasa tarihçisinin sözlerini aktararak belgeleyeceğim: "Bütün İngiliz tarihi boyunca Londra asla İngiltere'nin kalbi olmamıştır; ama çoğu zaman İngiltere'nin entelekti ve her zaman da para çantası olmuştur!"
Yaşamın yüzeyinde yer alan belli bazı görünürde önemsiz özelliklerde, aynı zihinsel akıntılar karakteristik olarak birleşirler. Modem zihin, giderek daha çok hesap yapar hale gelmiştir. Pratik yaşamda para ekonomisinin ortaya çıkarttığı hesaplama kesinliği, doğal bilimlere özgü ideale denk düşer: Dünyayı bir aritmetik problemine dönüştürmek, dünyanın her parçasını matematik formülleriyle sabitlemek. Bu kadar çok insanın günlerini, tartmayla, hesap yapmayla, sayısal saptamalarla, nitel değerlerin nicel değerlere indirgenmesiyle dolduran, yalnızca para ekonomisidir. Paranın hesaplamasal doğasıyla yaşam unsurlarının ilişkilerine yeni bir açıklık, benzerliklerin ve farklılıkların tanımlanmasında bir kesinlik, anlaşmalarda ve düzenlemelerde bir belirlilik getirilmiş ve bu kesinlik, dışsal olarak, cep saatlerinin evrensel yayılımıyla etki kazanmıştır. Ancak metropol yaşantısının koşulları, bu özelliğin, aynı anda hem nedeni hem sonucudur. Tipik bir metropollünün ilişkileri ve meseleleri genelde öyle değişken ve karmaşıktır ki vaatlerde ve hizmetlerde en titiz kesinlik olmazsa, bütün yapı içinden çıkılmaz bir kaos halinde çökebilir. Böyle bir ihtiyaç, her şeyin ötesinde, ilişkilerini ve etkinliklerini çok karmaşık bir organizma içinde bütünlemek zorunda olan, öyle farklı ilgi alanları bulunan, öyle çok sayıda insanın yığışmasından doğmuştur. Eğer Berlin'deki bütün duvar ve masa saatleri birdenbire, yalnızca tek bir saat boyunca değişik çalışsaydı, kentin bütün ekonomik yaşantısı ve bütün iletişimi çok uzun bir süre karışırdı. Buna ek olarak, görünürde yalnızca dışsal olan bir unsur, yani uzun mesafeler, bütün beklentilerin ve bozulan sözleşmelerin kimsenin işine gelmeyecek bir zaman kaybıyla sonuçlanmasına neden olurdu. Bu yüzden, metropol yaşamının tekniği, etkinlikleri ve karşılıklı ilişkileri, kararlı ve kişisel olmayan bir zaman çizelgesi içinde en dakik bir biçimde bütünlenmemiş olarak hayal edilemez. Burada yine, düşüncenin bu görevinin tamamına ilişkin genel nihai kararlar açık bir hal alıyor; adını koyarsak, kişi, varoluşun yüzeyindeki her bir noktadan -yüzeye tek başına ne kadar sıkı tutturulmuş olursa olsun- ruhun derinliklerine doğru bir sonda kalıp sonuçta, yaşamın bütün en bayağı dışsamalanı, yaşamın anlamına ve stiline ilişkin nihai kararlarla bağlayabilir. Dakiklik, hesaplanabilirlik, kesinlik, metropol varoluşunun uzantıları ve karmaşası tarafından yaşama dayatılır ve sıkı bağlar içinde oldukları, yalnızca para ekonomisi ve entelektüalist karakter değildir. Bu özellikler ayrıca, yaşamın içeriğini renklendirmek ve onlar olmaksızın, yaşamın genel ve kesin olarak şematize edilmiş formunu almak yerine, onlarla birlikte yaşamın hâkim değerini kararlaştırmayı amaçlayan o irrasyonel, içgüdüsel, bağımsız özelliklerin ve dürtülerin dışlanmasını kolaylaştırmalıdırlar. Tipik kent yaşamına karşı oldukları halde, irrasyonel dürtülerle karakterize edilen bağımsız kişilik tipleri bile, kentte, hiçbir şekilde imkânsız değillerdir. Ruskin ve Nietzsche gibi insanların metropole yönelik tutkulu nefretleri bu açıdan anlaşılabilirdir. Onların doğası, hepsi birbirine benzer olanların kesinliği olmaksızın tanımlanamayan, şema haline getirilmemiş varoluş içinde, tek başına yaşamın değerini keşfetmiştir. Metropole yönelik bu nefretin kaynağından modern varoluşun para ekonomisine yönelik ve entelektüalizmine yönelik nefret kabarmıştır.
Yaşamın formunun kesinliği ve dakik doğruluğu ile böylece yekvücut olan aynı unsurlar, en üst düzey bir kişiliksizlik yapısıyla da yekvücutturlar ama bir yandan da en üst düzey kişisel özelliği de teşvik ederler. Usanmışlık tutumu kadar, koşulsuz olarak metropole özgü başka bir fiziksel fenomen belki de yoktur. Usanmışlık tutumu, başlangıçta, birbirine karşıt sinirsel uyarıların hızla değişmesinden ve sıkıca bastırılmasından kaynaklanır. Bu durum ayrıca, özünde, metropol entelektüelliğinin zenginleşmesine de olanak sağlamaktadır. Bu nedenle, ilk planda entelektüel olarak canlı olmayan aptal insanlar, genellikle gerçekten usanmış durumda değillerdir. Zevkin sınırsızca peşine düşülen bir yaşam, kişiyi usanmış hale getirir; çünkü sinirleri, öyle uzun bir zaman için en güçlü tepkimeyi vermeye tahrik eder ki, sonunda sinirler hiçbir tepki vermez olurlar. Aynı biçimde, çoğu zararsız izlenim, değişikliklerinin hızı ve karşıtlığı dolayısıyla öyle şiddetli yanıtları zorlar ki, sinirler, çok zalimce, güçlerinin son damlasına kadar bir o yana bir bu yana gider gelirler ve kişi aynı çevrede kalırsa, yeni güç toplayacak zamanları- da olmaz. Böylece, yeni duyulanımlara uygun enerjiyle tepki verme konusunda bir yetersizlik ortaya çıkar. Bu da, gerçekte daha sakin ve daha az değişen çevrelerin çocuklarıyla kıyaslandığında, her metropol çocuğunun sergilediği usanmışlık tutumunu oluşturur.
Metropole özgü usanmışlık tutumunun bu fizyolojik kaynağına eşlik eden ve para ekonomisinden çıkan başka bir kaynak daha vardır. Usanmışlık tutumunun özü, ayırımcılığa duyarsızlıkta saklıdır. Bu, nesnelerin, yarım akıllılarda olduğu gibi algılanmadığı anlamına değil, şeylerin anlamlarının ve değişen değerlerinin, dolayısıyla da şeylerin bizzat kendilerinin hayali olarak yaşandığı anlamına gelir./Şeyler, usanmış kişiye, eşit olarak düz ve gri tonlarda görünürler; hiçbir nesne ötekilerin üstünde bir tercih edilebilirliği hak etmez. Bu hâkim değer, tamamen içselleştirilmiş para ekonomisinin sadık bir biçimde öznel yansımasıdır. Bütün türlü türlü şeylere tek ve aynı biçimde eşdeğer olmakla para, en korkutucu düzey belirleyici haline gelir. Çünkü para, şeylerin bütün nitel farklılıklarını "kaça?" terimiyle açıklar. Para, bütün renksizliğiyle ve farksızlığıyla bütün değerlerin ortak adlandırıcısı haline gelir; şeylerin özünü, bireyselliklerini, özgül değerlerini ve karşılaştırılamazlıkların, geri dönüşü olmayacak biçimde boşaltır. Sabit olarak hareket eden para akıntısının içinde bütün şeyler, eşit özgül ağırlıkla yüzerler. Bütün şeyler, aynı düzeyde yer alır ve birbirlerinden yalnızca kapladıkları alanın hacmi itibariyle farklılaşırlar. Bireysel durumda, bu şeylerin para eşdeğerliliği, dolayısıyla or-taya çıkan renk ya da daha ziyade renksizlik, dikkate alınmayacak kadar küçük olabilir. Ancak, zenginin, para karşılığı elde edilecek nesnelerle ilişkileri dolayısıyla, belki de kendini her yerde bu nesnelerle tebliğ eden çağdaş toplum zihniyetinin toplam karakteri dolayısıyla, nesnelerin parasal evrimi oldukça belirgin bir hale gelmiştir. Para alışverişinin asıl yaşama alanı olan büyük kentler, şeylerin satın alınabilirliğini, daha küçük mekânlara oranla çok daha fazla öne çıkartırlar. Bu, usanmışlık tutumunun gerçek mekânlarının kentler olmasının da nedenidir. Usanmışlık tutumunda, insanların ve şeylerin yoğunlaşması, bireyin sinir sistemini öyle üst bir düzeye çıkartır ki, sistem sonunda zirve noktasına ulaşır. Aynı koşullanma unsurlarının nicel olarak yoğunlaştırılması yoluyla, bu kazanım kendi tersine dönüşür ve kendini, usanmışlık tutumuna özgü uyarlanmada gösterir. Bu fenomendeyse, sinirler dürtülere tepki vermeyi reddederek metropol yaşamının içeriklerine ve biçimlerine sonuna kadar uyum sağlarlar. Belli kişiliklerin kendini koruması, bütün nesnel dünyanın değerinin düşürülmesi pahasına sağlanır ve bu öyle bir değer düşürmedir ki sonunda kaçınılmaz olarak, insanın kendi kişiliğini de aynı değersizlik hissine indirger.
Varoluşun bu biçiminin öznesi, buna kendi adına tamamen teslim olduğunda, büyük kentle yüz yüze gelen kendi koruması, yine kendisinden, sosyal doğası olan olumsuz bir davranıştan geri kalmayan bir davranış bekler. Metropollülerin birbirlerine yönelik bu zihinsel tutumu bize anlatır ki, biçimsel bir bakış açısıyla, ihtiyatlılık olarak herkesle olumlu ilişkiler içinde olduğu küçük kentte olduğu gibi sayısız insanla süreğen dışsal temasa verilen yanıtlar çok sayıda içsel tepki oluştursaydı, insan içsel olarak atomlarına ayrılır ve tasavvur dahi edilemeyecek bir zihin durumu içine girerdi. Kısmen bu psikolojik olgu, kısmen de metropol yaşamının dokun-bırak unsurlarıyla karşı karşıya kalan insanların güvenmeme hakkı, ihtiyatlı olmayı gerekli kılar. Bu ihtiyatlılığın bir sonucu olarak, çoğu zaman, yıllardır komşumuz olan kişilerin görünüşünü bile bilmeyiz. Ve bizim, küçük kent insanlarının gözüne soğuk ve kalpsiz görünmemizi sağlayan da bu ihtiyatlılıktır. Gerçekte, eğer ben kendi kendimi kandırmıyorsam, bu dışsal ihtiyatlılığın içsel yüzü, yalnızca farksızlık değil, aynı zamanda, kavradığımızın da ötesinde, sebebi ne olursa olsun daha yakın bir temas anında nefrete ve savaşa dönüşecek hafif bir tiksinme, karşılıklı bir yabancılık ve reddediştir. Böyle kapsamlı iletişimsel bir yaşamın bütün içsel örgütlenmesi, en kısa olmakla birlikte en kalıcı doğal sempatilerin, farksızlıkların ve tiksinmelerin çok çeşitli hiyerarşisi üstünde yükselir. Bu hiyerarşide farksızlık küresi, yüzeyde göründüğü kadar geniş değildir. Zihinsel etkinliğimiz hâlâ, bir biçimde farklı bir duygu veren herhangi birinden gelen her izlenime cevap vermektedir. Bu izlenimin bilinçsiz, akışkan ve değişken karakteriyse bir farksızlık durumuyla sonuçlanır gibi görünmektedir. Gerçekte bu farksızlık, ayırımcı olmayan karşılıklı etkilerin dayanılmaz olduğu ölçüde doğadışı olabilir. Metropolün bu tipik iki tehlikesinden; farksızlığın ve ayırımcı olmayanın etki altında bırakma gücünden bizi, antipati korur. Belirti vermeyen bir antipati ve uygulamada uzlaşmazlığın hazırlık aşaması, bu yaşam hakim değerinin, bunlar olmaksızın yönetilemeyeceği uzaklıklarını ve tiksintileri etkiler. Bu yaşam stilinin boyutu ve karışımı, ortaya çıkışının ve ortadan kayboluşunun ritmi, doyurulduğu biçimler; daha dar anlamda birleştirici motifler olan bütün bunlar metropol stili yaşamın ayrılmaz bütünlüğünü oluştururlar. Metropol stili yaşamda doğrudan çözülme olarak gözüken, gerçeklikte sosyalleşmenin temel biçimlerinden biridir.
Buna karşılık gizli tiksinti imasıyla bu ihtiyatlılık, metropolün çok daha genel bir zihinsel biçimi ya da bahanesi olarak görünür: Bireye bir tür ve bir miktar özgürlük sağlar ki bunun, ne olursa olsun hiçbir koşul altında başka bir özgürlükle kıyaslanması mümkün değildir. Metropol, sosyal yaşamın büyük gelişmeci eğilimlerinden birine, yaklaşık evrensel bir formülün keşfedilebileceği birkaç eğilimden bir tanesine geri gider. Sosyal biçimlenmelerin, tarihsel olduğu kadar çağdaş sosyal yapılarda da bulunan erken aşaması şudur: Görece küçük bir çevre, komşusu olan, yabancı ya da bir anlamda uzlaşmasız çevrelere sıkıca kapalıdır. Ama bu çevre aynı zamanda kendi içinde sıkı sıkıya tutuşuktur ve bireysel üyelerine, eşsiz nitelikler ve özgür, kendinden sorumlu hareketler geliştirmeleri için çok dar bir alan bırakır. Politik ve kan bağı olan gruplar, partiler ve dinsel birlikler bu biçimde başlar. Çok genç olan birlikteliklerin kendini koruması için, kesin sınırların ve merkezcil bir birliğin oluşturulması gereklidir. Bu nedenle, bireysel özgürlüğe ve eşsiz içsel ve dışsal gelişmeye izin veremezler. Bu aşamadan sonra sosyal gelişme aynı anda iki farklı ama yine de birbiriyle bağlantılı yönde ilerlemeye ko-yulur. Grubun büyümesi ölçüsünde -sayısal olarak, uzamsal olarak ve yaşamının içeriği olarak- grubun doğrudan içsel birliği de gevşer ve ötekilere yönelik olan başlangıçtaki sınırlandırma, karşılıklı ilişkiler ve bağlantılar dolayısıyla yumuşar. Bununla eş zamanlı olarak birey, ilk kıskanç sınırlandırmaların çok ötesinde hareket özgürlüğü kazanır. Birey ayrıca, genişletilmiş grubun içindeki çalışma bölümlerinin hem fırsat vermediği hem gerekli kıldığı özel bir bireysellik kazanır. Devlet ve Hristiyanlık, sendikalar ve politik partiler ve diğer sayısız birçok grup, burada sıralanan bu grupların özel koşulları ve kuvvetleri genel şemayı ne ölçüde değiştirmiş olursa olsun, bu formüle uygun bir biçimde gelişmişlerdir. Bu şema bana ayrıca, bireyin kent yaşamı içindeki evriminde de belirgin bir biçimde görülebilir geliyor. Antik çağlardaki ve ortaçağdaki küçük kent yaşamı, bireyin dışarıya yönelik hareketlerine ve ilişkilerine karşı mânialar oluşturuyordu ve ayrıca bireyin kendi içindeki bireysel bağımsızlığa ve farklılaşmaya karşı da mânialar oluşturuyordu. Bu mânialar öyleydi ki, bunların ardında modern insanın nefes alması bile mümkün olmazdı. Bugün bile, küçük bir kente yerleştirilen metropol insanı, en azından türsel olarak benzer bir sınırlama hisseder. Çevremizi oluşturan daire ne kadar küçülürse ve başkalarıyla kurulan ve bireyin sınırlarını çözündüren o ilişkiler ne kadar sınırlandırılırsa, bu daire, başarılara, yaşamın idaresine ve bireyin görünüşüne o kadar fazla gözcülük eder ve küçük dairesel bütünlüğün çerçevesini bozacak nicel ve nitel uzman-laşma da o kadar çabuk ortaya çıkar.
Bu bağlamda Antik polis, tıpatıp küçük bir kent karakteri taşımış gibi görünmektedir. Yakın ve uzak düşmanlarının varlığına yönelik sabit tehditleri, politik ve askeri açıdan sıkı bir bağlılığı, kentlinin kentli tarafından denetlenmesini, özel yaşamındaki sindirilmişliği, kendi ev içinde bir despot gibi davranmak suretiyle telafi eden birey karşısında bütünü kollayan bir kıskançlığı gündeme getirmiştir. Atina tarzı yaşamın o büyük uyarıcı gücü ve heyecanı, eşsiz renkliliği, belki de, bireyselliği yok etmeye yönelik bir küçük kentin sabit içsel ve dışsal baskısına karşı, birbiriyle karşılaştırılamaz, bireyselleşmiş kişiliklerden oluşan bir halkın mücadelesi olgusu temelinde anlaşılabilir. Bu, içinde zayıf bireylerin ezildiği ve daha güçlü doğanların, kendilerini, en tutkulu bir biçimde kanıtlamaya kışkırtıldığı gergin bir atmosfer yaratmıştı. Bu tam da, türümüzün entelektüel gelişmesi içinde, kesin olarak tanımlanmadan "genel insan karakteri" olarak adlandırılan şeyin Atina'da tomurcuklanmış olmasının nedenidir. Çünkü aşağıdaki bağlantı için olgusal olduğu kadar tarihsel geçerlilik de sağlamaktadır: Yaşamın en kapsamlı ve en genel içerikleri ve biçimleri, en bireysel olanlarla en sıkı bağlantılara sahiptir. Ortak bir hazırlık aşamaları vardır, yani, düşman, dar oluşumlar ve gruplaşmalardır ki bunların sürdürülmesi hepsini, genişlemeye ve genelleşmeye karşı savunmasız bırakırken ve özgürce hareket eden bireyselliğin sınırları içine sokar. Tıpkı feodal dönemde olduğu gibi "özgür" insan, ülkenin yasası, yani en geniş sosyal yörüngenin yasası altında duruyordu ve özgür olmayan insan da hakkını, yalnızca feodal birliğin en dar çevresinden türeten ve daha geniş olan sosyal yörüngeden dışlanmış olandı. Bu nedenle metropol insanı, bugün, küçük kent insanını kuşatan hırçınlık ve önyargıyla kıyaslandığında, manevi ve ince bir anlamda "özgür"dür. Çünkü karşılıklı ihtiyatlılık ile farksızlık ve geniş çevrelerin entelektüel yaşam koşulları, bağımsızlığa yaptıkları etki bağlamında, birey ta-rafından asla, büyük kentin en kalın kalabalığı kadar güçlü bir biçimde hissedilmemiştir. Bunun nedeni, uzamın bedensel yakınlığının ve darlığının, zihinsel uzaklığı aslında çok daha görünür kılmasıdır. Kişinin belli koşullar çerçevesinde kendisini, metropol kalabalığı içinde hissettiği kadar yalnız hissettiği başka bir yer olmaması, açıktır ki, yalnızca bu özgürlüğün öteki yüzüdür. Çünkü burada, insanın özgürlüğünün başka yerlerde olduğu gibi duygusal yaşamına konfor olarak yansıtılması hiçbir şekilde gerekli değil-
Metropolü özgürlüğün mekânı yapan, yalnızca, çevrenin genişlemesiyle kişisel içsel ve dışsal özgürlük arasındaki evrensel tarihsel ilintiden ötürü alanın ve kişilerin anlık hacmi değildir. Bunun gerekçesi daha ziyade, herhangi bir kentin kozmopolitliğin mekânı haline gelmesi yönündeki görünür genişlemenin aşılmasındadır. Kentin ufku zenginliğin gelişme yoluyla kıyaslanabilir bir biçimde genişlerken; miktarı belli olan gayrimenkul, olabilecek en hızlı biçimde, atomsu genişlemeye benzer olarak artış gösterir. Belli bir limit aşılır aşılmaz, kendiliğin ekonomik, kişisel ve entelektüel ilişkileri, kentin hinterlandı üstündeki entelektüel üstünlük küresi, geometrik artışla büyür. Dinamik olan bu genişlemede, her kazanım, birbirine eşit olmayan ama yeni ve daha geniş bir genişlemesi olan birer basamak haline dönüşür. Kentten fışkıran her silsileden sanki kendiliğindenmiş gibi yeni silsileler büyür; bu tıpkı, yalnızca iletişimdeki büyüme yüzünden kent içinde toprak rantının kazanılmamış artışının, toprak sahibine otomatik olarak artan kârlar getirmesine benzer. Bu noktada yaşamın nicel yönü, doğrudan nitel karakterli özelliklere dönüşür. Küçük kent yaşamı küresi, temelde, kendi kendini denetler ve otarşiktir. Metropolün içsel yaşamının dalgalar halinde çok yaygın ulusal ya da uluslararası alana taşıması ise, belirleyici doğası yüzündendir Önemi bireysel kişiliklere bağlı olduğu ve onlarla birlikte öldüğü için, Weimer, burada savunulan görüşlerin tersine kanıt teşkil etmez; zira metropol gerçekte, en ünlü bireysel kişiliklerinden bile temelde ba-ğımsızlığıyla karakterize edilmektedir. Birey bu bağımsızlığın tamamlayıcısıdır ve bu, metropolde tadını çıkarttığı bağımsızlık karşılığında bireyin ödediği bedeldir. Metropolün en önemli karakteristiği bu fiziksel sınırlarının ötesine taşan işlevsel genişlemedir. Ve bu yarar, karşı tepki verir ve metropol yaşamına ağırlık, önem ve sorumluluk kazandırır. İnsan, kendi bedeninin ya da anlık etkinliğini kapsayan alanın sınırlarına geldiğinde sonuna gelmiş olmaz. Dahası, kişinin sınırları, kendisinden dünyasal ve uzamsal olarak yayılan etkilerin toplamıyla oluşur. Aynı biçimde bir kent de, anlık sınırlamaların ötesine uzanan toplam etkilerini kapsar. Kentin varlığının tanımlandığı gerçek uzantı, yalnızca bu sınırdır. Bu olgu, bu uzantının mantıksal ve tarihsel tamamlayıcısı olan bireysel özgürlüğün, yalnızca hareket özgürlüğü ile önyargıların ve hırçın cehaletin elenerek atılması yönündeki olumsuz duygu olarak anlaşılmaması gerektiğini aşikar hale getirir. Temel nokta, nihai olarak her insanoğlunun sahip olduğu özelliğin ve karşılaştırılamazlığın bir yaşam stilinin çözüm yolu içinde nasılsa tanımlanabilecek olmasıdır. Bizim kendi doğamızın yasalarına tabi olduğumuz -ve sonuçta özgürlük de budur,- bu doğanın dışavurumlarının diğerlerinin dışavurumların farklı olması halinde aşikâr ve kendi kendimiz ve diğerleri açısından inanılır hale gelir. Kendi yaşam stilimizin başkaları tarafından dışardan empoze edilmediğini, yalnızca kendi yanılmazlığımız kanıtlar.
Kentler her şeyden önce en üst düzeyde işbölümünün mekânıdırlar. Bu yüzden Paris'te olduğu gibi mahallelerinin yeni baştan numaralandırılması meşguliyeti gibisinden aşırı fenomenler yaratırlar. Evlerinin üstündeki işaretlerle kendilerini tanımlayan ve akşam yemeği saatlerinde, eğer bir akşam yemeği partisi on üç kişiden oluşuyorsa çabucak çağrılmak üzere uygun bir biçimde süslenmiş olarak hazır bekleyen kişiler vardır. Kent, genişlemesinin ölçüsünde işbölümünde giderek daha çok belirleyici koşullar önerir. Hacmi dolayısıyla büyük oranda bölünmüş bir hizmet çeşitliliği soğurabilen bir çevre önerir. Bireylerin yoğunlaşması ve müşteriler için mücadele etmesi, aynı zamanda bireyi, bir başkasının çabucak, yerini alamayacağı bir işlev konusunda uzmanlaşmaya zorlar. Kent yaşamının, yaşamak için doğayla yapılan mücadeleyi, doğa tarafından değil de, kazanmak için diğer insanlar tarafından sağlanan insanlar arası bir mücadeleye dönüştürdüğü belirgindir. Çünkü uzmanlaşma, yalnızca kazanmak için yapılan rekabetten değil, satıcının yemlenmiş müşterinin yeni ve farklı ihtiyaçlarını karşılayacak şeyleri araştırmak zorunda olduğu yönündeki belirleyici olgudan da kaynaklanır. Henüz tükenmemiş bir gelir kaynağı ve hemencecik ikame edilemeyecek bir işlev bulmak için kişinin hizmetlerini uzmanlaştırması gereklidir. Bu süreç farklılığı, incelmeyi ve toplumun ihtiyaçlarının zenginleştirilmesini teşvik eder ki bunun, bu toplum içinde, kişisel farklılıklara yol açacağı aşikârdır.
Bütün bunlar, kentin, hacmiyle orantılı olarak ortaya çıkmasına neden olduğu zihinsel ve ruhsal bireyselleşmeye geçişini biçimlendirir. Bu süreci güçlendiren tam bir dizi aşikâr neden vardır. Birincisi kişi, kendi kişiliğini metropol yaşantısının boyutları içinde beyan etme zorluğunu gidermek zorundadır. Nicel olan önem itibariyle arttığında ve enerji bedeli limitlerine ulaştığında kişi, farklılıklara yönelik duyarlılığı üstüne oynayarak sosyal çevrenin bir biçimde dikkatini çekebilmek için, nitel farklılaşmaya tutunur. Dahası, insan, en uç özellikleri edinme eğilimindedir, yani özel olarak metropole özgü olan yapmacıklığın, kaprisin ve inceliğin aşırılıklarının anlamı, bu tür davranışların içeriklerinde değil, "farklı olma" formunda, çarpıcı bir hareket tarzıyla ortaya çıkmalarında ve dolayısıyla dikkat çekmelerinde yatar. Birçok karakter tipi için, kendileri adına az bir miktar izzetinefis saklamanın ve bir konumu doldurma duygusunun nihai olarak tek aracı, ötekilerin kavrayışına bağlıdır ve dolaylıdır. Aynı anlamda, görünürde önemsiz, ama kümülatif etkileri yine de dikkate değer olan bir unsur da yürürlüktedir. Küçük kent sosyal ilişkileri ile kıyaslama yaparak, metropol insanına özgü insanlar arası temasların kısalığına ve seyrekliğine gönderme yapıyorum. "Dakik" görünme, yoğun ve çarpıcı ölçüde karakteristik görünme telaşı, bireye, kısa metropol tarzı temaslarda, sık sık ve uzatılmış birleşmelerin başkalarının gözünde kendisine muğlak bir imaj kazandırdığı bir kişiliği temin ettiği bir atmosferde olduğundan çok daha yakın durur.
Ancak metropolün en bireysel kişisel varoluşu -haklı ve başarılı olup olmadığına aldırmadan,- zorlamaya yol açmasının en derin gerekçesi, bana, aşağıdakidir gibi görünüyor: Modern kültürün gelişmesi, kişinin "öznel ruh"a ağır basan "nesnel ruh" olarak adlandırabilecek üstünlüğü ile karakterize edilmiştir.
Bu şu demektir: Yasada olduğu gibi dilde de, sanatta olduğu gibi üretim tekniğinde de, yerel çevresi içindeki nesnelerde olduğu gibi bilimde de bir maneviyat toplamı saklıdır. Entelektüel gelişme yolundaki birey, bu maneviyatın büyümesini kusurlu bir biçimde ve giderek artan bir mesafeden izler. Eğer, sözgelimi son yüzyıllar içinde, şeylerin ve bilginin içine saklı engin kültüre bakarsak ve eğer bütün bunları, aynı dönemde bireyin kültürel ilerlemesiyle karşılaştırırsak -en azından yüksek statü gruplarında- bu ikisinin büyümesi arasında korkutucu bir orantısızlık görünür hale gelir. Gerçekten de bazı noktalarda, bireyin kültüründe, maneviyat, hassasiyet ve idealizm açısından bir yozlaşma dikkatimizi çeker. Bu zıtlık/ temelde, işbölümünün büyümesinden kaynaklanır. Çünkü işbölümü bireyden olabilecek en tek yanlı başarıyı talep eder ve gereğinden fazla ortaya çıkan tek yanlı bir kovalamacada büyük ilerleme, bireyin kişiliğinde yokluk anlamına gelir. Bu durumdaki birey, nesnel kültürün aşırı büyümesiyle giderek daha az başa çıkabilir. Birey, belki uygulamalarında ve uygulamasından türetilen çapraşık duygusal durumlarının toplam bilinçliliğinde olduğundan daha da küçük, ihmal edilebilir bir niceliğe indirgenmiştir. Birey, kendi öznel biçimlerinden katıksız nesnel yaşam biçimine dönüştürmek için bütün ilerlemeyi, maneviyatı ve değeri onun ellerinden söküp alan şeylerin ve güçlerin anormal büyüklükteki örgütlenmesi içinde yalnızca bir dişli haline gelmiştir. Metropolün, bütün kişisel yaşam aleyhine büyüyen bu kültürün gerçek alanı olduğuna işaret edilmelidir. Burada, binalarda ve öğrenim kurumlarında, uzayı fetheden teknolojinin harikaları ve konforu içinde, toplum yaşamının biçimlenmeleri arasında ve devletin görünür kurumlan içinde, kristalleşmiş ve kişisellikten uzak öyle bir bunaltıcı maneviyat tokluğu önerilmektedir ki, söylemek gerekirse kişilik, bunun etkisi altında kendini sürdüremez. Bir yandan, bütün yönlerden gelen bu uyarıları alan, bu ilgilere sahip olan, zamanı ve bilinçliliği kullanan kişilik için yaşam sonsuz ölçüde kolaylaştırılmıştır. Bunlar, tıpkı bir akıntı varmış da kendi adına yüzmesi gerekmezmiş gibi kişiyi taşırlar. Ancak öte yan-dan da yaşam, giderek gerçek kişisel renkliliğin ve kıyaslanamazlığın yerini alma eğilimi gösteren kişisellikten uzak içerikler ve önerilerden oluşmaya başlar. Bu da, en kişisel çekirdeğini korumak için bireyin, eşsizlikte ve özelleşmede azamiye eğilim göstermesiyle sonuçlanmaktadır. Birey, kendisine ses getirecek bir biçimde denk kalabilmek için, kişisel elementini abartmaktadır. Nesnel kültürün anormal büyümesi yüzünden bireysel kültürün anormal zayıflaması, en aşırı bireysellik vaizlerinin, hepsinin ötesinde Nietzsche'nin, metropolün karşıtı olan sığınağın acı nefretinin bir nedenidir. Ama ayrıca, gerçekte bu vaizlerin metropolde bunca tutkuyla sevilmelerinin ve metropol insanlarına, en duyumsuz özlemlerinin peygamberleri ve kurtarıcıları gibi görünmelerinin de nedenidir.
Kişi, metropolün nicel ilişkisinden kaynaklanan bu iki bireysellik biçiminin, adını koymak gerekirse, bireysel bağımsızlık ile bireyselliğe yönelik ihtimamın tarihsel konumunu sorguladığında, metropol, dünya maneviyat tarihine tamamen yeni bir hiyerarşi düzeni deruhte eder. On sekizinci yüzyıl, bireyi, anlamsızlaşmış bunaltıcı bağlar içinde bulmuştu -politik, tarımsal, sendikasal ve dinsel karakterli bağlar. Adını koymak gerekirse bunlar insana, doğal olmayan bir biçim ve modası geçmiş, adil olmayan eşitsizlikler dayatan sınırlamalardı. Böylece özgürlük ve eşitlik, bütün sosyal ve entelektüel ilişkilerde bireyin tam hareket bağımsızlığına inanç haykırışı yükselmiştir. Özgürlük herkeste ortaklaşa bulunan asil özün bir an önce ön plana çıkmasına izin verecekti; bu öyle bir özdü ki doğa her insanın içine depolamıştı, ama toplum ve tarih bunu bozmuştu. On sekizinci yüzyıla özgü bu liberal idealizmin yanı sıra, bir taraftan da, on dokuzuncu yüzyılda Geothe ve Romantizm ve ekonomik işbölümü vasıtasıyla bir başka ideal başgöstermiştir: Artık tarihsel bağlarından serbest kalmış olan bireyler, şimdi de kendilerini birbirlerinden ayırdetmek istiyorlardı. İnsanın değerlerinin taşıyıcısı, artık her bireyin içindeki "genel insanoğlu" değil, daha ziyade insanın nitel eşsizliği ve ikame edilemezliğiydi. Zamanımızın dışsal ve içsel tarihi, bireyin, toplumun bütünü içindeki rolünün tanımlanmasındaki bu iki tarzın değişen mânialarında ve mücadelesi içinde yol almaktadır. Bu mücadele ve uzlaşmanın arenasını da metropol sağlamaktadır. Çünkü metropol, insana rol belirleyen bu her iki yolun gelişmesi için bize fırsat ve dürtü olarak beyan edilen özel koşulları sunar. Aynı zamanda bu koşullar, zihinsel varoluşun tahmin edilemez anlamlarına gebe, eşsiz bir yer kazanırlar. Metropol kendisini yaşamı kıvrımlarını açarak içerdiği gibi, eşit hakla birbirine katılan zıt akıntıların içindeki o büyük tarihsel oluşumlardan biri olarak da beyan eder. Ancak bu süreçte yaşamın akıntıları, bireysel fenomeni bize ister sempatik ister antipatik görünsün, yargıcın tutumunu uygun kılan küreyi tamamen aşar.
Yaşamın böyle kuvvetleri, fani varoluşumuz içinde bir hücre olarak bir parçası olduğumuz tarihsel yaşamın bütününün köklerine ve tacına doğru büyüdüğü için, bizim görevimiz bunu yermek ya da aklamak değil, yalnızca anlamaktır.
Çeviren: Bahar Öcal Düzgören
Gözlem (Simmel)
İnsanlar farklı farklı güdülerle (çıkar, ihtiras, iktidar) davranırlar.
Bu olguların çözümlenmesi düşer.
İkinci gözlemi ise bireyin kendisini diğerleriyle etkileşimleri ile birlikte açıklamasıdır.
Toplumsal gruplar içinde bireylerin işbirliği ya da rekabette olduğu somut durumları inceler.
Üçüncü gözlemse; insan etkinliklerinin genel biçimler (taklit, rekabet, hiyerarşik yapılar), ya da toplumsal gruplanmalarda (okul, kilise, devlet), yani her oluşumda birtakım biçimler içinde geliştiğidir. Sosyolojinin konusu bu biçimleri çözümlemektedir. Biçimler yoksa toplum da yoktur. Bizi biraraya toplayan yani toplumsallaştıran çok sayıda biçim vardır (…) bunlardan biri terkedildiğinde toplum ayakta kalmayı sürdürür (…) ama biçimlerin tümüyle ortadan kalktığı bir toplum varolamaz. Sosyoloji toplumsal biçimleri soyut biçimde çözümleyen bilimdir ve bu şekilde bilir ki, biçimler toplumu oluşturmakla kalmaz, biçimler toplum demektir. (Freund, 1998: 165-168)
4 Nisan 2017 Salı
19 Mart 2017 Pazar
9 Mart 2017 Perşembe
IPHONE, AYSONU...
SİZCE?
Aynı okula, aynı yaşlarda başlamış biri zengin, diğeri fakir olan iki çocuğun, aynı olanaklara sahip oldukları söylenebilir mi?
BİRİSİ;
''Benim babam bu IPHONU 2000 TL. ye aldı'' derken
DİĞERİ;
'Benim babam bu AY SONU 1400 TL alacak'' der.
Aynı okula, aynı yaşlarda başlamış biri zengin, diğeri fakir olan iki çocuğun, aynı olanaklara sahip oldukları söylenebilir mi?
BİRİSİ;
''Benim babam bu IPHONU 2000 TL. ye aldı'' derken
DİĞERİ;
'Benim babam bu AY SONU 1400 TL alacak'' der.
İnsan Sermayesi Üzerine
İnsan Sermayesi Üzerine,
18 ve 19. yüzyıllarda, insan sermayesi üzerinde yeterince durulmamıştır. Ancak 20. yüzyılın sonlarında, bilgi teknolojilerinin hızlı gelişimi ve uluslararası alanda sınırların kalkması olarak bilinen küreselleşme sürecinin yaşanmasıyla insan sermayesi gelişmiş ülkelerde birçok ekonomik çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmalarda, sermaye olarak kabul edilen insani kalitenin, ülke gelişmesindeki payının oldukça yüksek olduğu sonucuyla karşılaşılmıştır. Örneğin, son 20 yıldır İsveç sosyal politikalarında, Clinton yönetimi zamanında, Avrupa Topluluğunda ve hatta Güney Asya ülkelerinde öne çıkan konulardan birisi insan sermayesi olmuştur. Amaç gittikçe artan küresel eşitsizlikler karşısında çıkabilecek çatışmalara karşı uyumu sağlayabilmek için insan sermayesi olarak eğitime verilen önem artmıştır. Ne var ki uyumu yakalamak gittikçe zorlaşmaktadır (Esping-Andersen, 2006:59). Böylece artık sermaye denilince, üretime pozitif katkısı olan maddi ve maddi olmayan sermaye (çeşitli teçhizatlar, sosyal ve insan sermayesi) anlaşılmaktadır. Üretime katılan kişinin bilgi, beceri, tecrübe ve dinamizm gibi değerler insan sermayesi olarak kabul edilmektedir. Bu değerlerin üretime dahil olan diğer faktörlerin daha etkin bir biçimde kullanılmasının yanında, yeni teknolojilerin ortaya çıkarılmasına ve rasyonel olarak kullanılmasına olanak sağladığı belirtilmektedir.
İnsan sermayesi kavramı bünyesinde; nüfus, bebek ölüm oranları, eğitim ve sağlık harcamaları gibi faktörleri barındırmakta olup, en çok sağlık ve eğitim öne çıkarılmaktadır.
(Eğitim Sosyolojisinden)
SİZCE
SİZCE?
Öğretmen derste ne yapmayı amaçlamaktadır?
Öğrencinin niyeti nedir?
Öğretmen yada öğrenciler neyi önemsemektedirler?
Öğretmen derste ne yapmayı amaçlamaktadır?
Öğrencinin niyeti nedir?
Öğretmen yada öğrenciler neyi önemsemektedirler?
2 Mart 2017 Perşembe
27 Şubat 2017 Pazartesi
Hikaye ..(AKŞAM YEMEĞİ)..26 Şubat 2017
26/02/2017
GİRİŞ
Aile,
Hayatı daha yaşanılabilir kılmak, yaşamı paylaşmak, acı günde tatlı günde birlikte olmak, yol almak, neslini devam ettirmek, topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmek, vatana millete karşı hayırlı evlat yetiştirmek vb.
26 Şubat 2017 hikayemiz...
TANITIM
Anne, baba ve 7 yaşındaki çocuk akşam yemeği için masaya otururlar,
Çok acıkmış olduğu her halinden belli olan ve heyecanlı hareketlerle bunu belli eden '' hadi anne, bana da yemek koy'' diyerek sabırsızlığını dile getiren ve ''mmmm, nefis kokuyor'' diyen ÇOCUK..
Her zamanki masadaki yerini almış, başkası yanlışlıkla otursa bile ''orası benim yerim, siz diğer sandalyeye oturun'' diyen disiplinli bir BABA.
Eşi ve çocuğu için yemek hazırlamış, sadece ''ellerine sağlık'' yada ''çok güzel olmuş'' cümlesini duyduğunda mutlu olacak ANNE.
I. BÖLÜM
Anne yemekleri tabaklara koyacağı sırada baba, çocuğun yanında ;
- Nasıl oluyor da biz bu çocuğu böyle aç gözlü yetiştirdik? der,
Algıları çok fazla açık, tepkisel davranan çocuk, hemen ağlayarak ve masadan bağırarak kalkar ve ;
- Kim? Ben miyim açgözlü? Yoo ben sadece çok açım. der ve yemeğini yemeden hatta bir lokma bile almadan odasına gider,
Hikaye burada bitmez...
II. BÖLÜM
Arkasından anne;
- Keşke çocuğun yanında bunları söylemeseydin.
der demez baba, bu sefer anneye dönüp ;
- Senin yüzünden, sen getirdin bu hale bu çocuğu ... der.
Ve hiçbiri yemek yiyemez. Çünkü baba bağırmaya başlar, çocuk da, anne de korkar.
SONUÇ
ANALİZ;
SORUN;
1- Çok acıktığını belli eden, hızlı hareket eden çocuk ta mıdır?
2- Akşam için yemekler hazırlayarak, servis etmeyi bekleyen, KEŞKE YANINDA SÖYLEMESEYDİN diyen anne de midir?
3- Her aklından geçeni her yerde ve ÇOCUĞUN yanında direk söyleyen baba da mıdır?
PSİKOLOJİK, PEDAGOJİK VE SOSYOLOJİK boyutlarına sonra değinelim.
GİRİŞ
Aile,
Hayatı daha yaşanılabilir kılmak, yaşamı paylaşmak, acı günde tatlı günde birlikte olmak, yol almak, neslini devam ettirmek, topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmek, vatana millete karşı hayırlı evlat yetiştirmek vb.
26 Şubat 2017 hikayemiz...
TANITIM
Anne, baba ve 7 yaşındaki çocuk akşam yemeği için masaya otururlar,
Çok acıkmış olduğu her halinden belli olan ve heyecanlı hareketlerle bunu belli eden '' hadi anne, bana da yemek koy'' diyerek sabırsızlığını dile getiren ve ''mmmm, nefis kokuyor'' diyen ÇOCUK..
Her zamanki masadaki yerini almış, başkası yanlışlıkla otursa bile ''orası benim yerim, siz diğer sandalyeye oturun'' diyen disiplinli bir BABA.
Eşi ve çocuğu için yemek hazırlamış, sadece ''ellerine sağlık'' yada ''çok güzel olmuş'' cümlesini duyduğunda mutlu olacak ANNE.
I. BÖLÜM
Anne yemekleri tabaklara koyacağı sırada baba, çocuğun yanında ;
- Nasıl oluyor da biz bu çocuğu böyle aç gözlü yetiştirdik? der,
Algıları çok fazla açık, tepkisel davranan çocuk, hemen ağlayarak ve masadan bağırarak kalkar ve ;
- Kim? Ben miyim açgözlü? Yoo ben sadece çok açım. der ve yemeğini yemeden hatta bir lokma bile almadan odasına gider,
Hikaye burada bitmez...
II. BÖLÜM
Arkasından anne;
- Keşke çocuğun yanında bunları söylemeseydin.
der demez baba, bu sefer anneye dönüp ;
- Senin yüzünden, sen getirdin bu hale bu çocuğu ... der.
Ve hiçbiri yemek yiyemez. Çünkü baba bağırmaya başlar, çocuk da, anne de korkar.
SONUÇ
ANALİZ;
SORUN;
1- Çok acıktığını belli eden, hızlı hareket eden çocuk ta mıdır?
2- Akşam için yemekler hazırlayarak, servis etmeyi bekleyen, KEŞKE YANINDA SÖYLEMESEYDİN diyen anne de midir?
3- Her aklından geçeni her yerde ve ÇOCUĞUN yanında direk söyleyen baba da mıdır?
PSİKOLOJİK, PEDAGOJİK VE SOSYOLOJİK boyutlarına sonra değinelim.
23 Şubat 2017 Perşembe
11 Şubat 2017 Cumartesi
25 Ocak 2017 Çarşamba
SAKA GİBİ GELİYOR BAZEN
IBN SİNA ve
IBN RUSD'un bilinmeyen birçok eserlerini Latince'ye çevirmek, sonra da FELSEFE yapmak....
Sonrada tüm alıntıları DÜNYA'ya mükemmel sekilde sunarak, pazarlamak, her yüzyılda, yıllarca milyonlara okutmak.
Pes demeden edemiyorum,
Yada kesinlikle saka olmalı,
Ya da SAPKA çıkarmalı, ayakta alkıslamalıyım,
Ya da İslam Filozoflarının felsefeye katkıları diye gururlanayım.
Ya da İslam Filozoflarının felsefeye katkıları diye gururlanayım.
22 Ocak 2017 Pazar
Hikaye
Deneme, makale, masal, bilimsel eser, şiir.
Yada Hikaye.
| hikâye isim (hikâ:ye) Arapça ḥikāye |
|---|
| 1. isim Bir olayın sözlü veya yazılı olarak anlatılması "Salonunda toplanmıştık geçen gece beş on kişi / Vardı onun kendine has bir hikâye söyleyişi" - E. B. Koryürek |
| 2. Aslı olmayan söz, olay "Anlattıkları hep hikâye idi." |
| 3. edebiyat Gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü, öykü |
| 4. tıp (***) Hastanın rahatsızlığı ile ilgili geçmişi |
| 5. tıp (***) Hastalığın teşhis ve tedavisiyle ilgili her türlü bilgi, epikriz |
diye tanımlayan Türk Dil kurumumuz.
Hayatta herkes gibi, her toplumda kendi hikayesini yazar.
İster iyi, ister neşeli, ister çok, ister siyah beyaz, ister tatlı,kısa, zevkli, isterse de......
İster bilimsel, ister yaratıcı, araştırmacı, matematiksel, geleceğe yönelik, dahice, İNSANCA, ister felsefi, isterse de......
İster bilimsel, ister yaratıcı, araştırmacı, matematiksel, geleceğe yönelik, dahice, İNSANCA, ister felsefi, isterse de......
'Esinlenme geldi, bak işte tam da şu anda' da diyebilirsiniz,
'Birşeylerin artık vakti geldi, yazmalıyım, şu an değilse ne zaman' diye başlayarak.
Yine tercih BİZİM.
Yine tercih TOPLUMUN..
Yine tercih TOPLUMUN..
2017
Yeni bir yıl.
Yeni umutlar.
Yeni icatlar.
Yeni düzenler.
Yeni ısıklar.
Yeni beklentiler.
Yeni istekler.
Yeni heyecanlar.
Yeni ......
diye düsünürken, aslında hicbir seyin yeni olmadığı aslında herseyımızın var olduğu ve sadece bir tık daha yukarıya çıkarak tecrübelenen, kıdem alan, beceri kazanan, bilgelenen DÜNYAMIZ.
Yeni bir yıl.
Yeni umutlar.
Yeni icatlar.
Yeni düzenler.
Yeni ısıklar.
Yeni beklentiler.
Yeni istekler.
Yeni heyecanlar.
Yeni ......
diye düsünürken, aslında hicbir seyin yeni olmadığı aslında herseyımızın var olduğu ve sadece bir tık daha yukarıya çıkarak tecrübelenen, kıdem alan, beceri kazanan, bilgelenen DÜNYAMIZ.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
